23 Aralık 2013

Lovelace (2013)


Lovelace, 1970'lerin başında çektiği porno filmi Deep Throat ile ünlenen Linda Lovelace'in (Amanda Seyfried) hikayesini anlatıyor. Katolik, tutucu bir ailede büyüyen Linda'nın hayatı henüz yirmili yaşlarının başında tanıştığı Chuck Traynor (Peter Sarsgaard) ile değişiyor. Baskıcı ve tutucu annesi ile ortalıkta fazla görünmeyen babasının evinden koşarak ayrılıp, yakışıklı ve çekici Chuck'ın kollarına atılıyor. Lovelace bir dönüşüm hikayesi aynı zamanda. Evinin bahçesinde bikinisinin üstünü çözüp güneşlenmekten utanan genç bir kadından erkeklerin fantazilerini süsleyen bir porno yıldızına dönüşmenin hikayesi. Chuck bu dönüşümde katalizör görevini üstlenen asli unsur. Linear işlemeyen, iki farklı koldan anlatılan hikaye filme dinamizm getirmiş. İlk anlatım yaşananların çevreden algılanışını aktarırken, ikinci anlatım olayların aslında nasıl gerçekleştiğini ortaya koymuş. Fimle ilgili en büyük derdim porno endüstrisindeki kadın-erkek adaletsizliğini (ki burada kastettiğim patronların genelde erkek olması, pek çok yıldızın hak ettiğinden az kazanması vs. gibi meseleleri) aile içi sorunlara, şiddete indirgemeci tutumdu. Lovelace'in porno patronlarından zırnık alamamasının sebebi sadece özel hayatındaki sorunlarmış gibi gösterilmesi, meselenin kalbine dokunulmayıp teğet geçilmesiydi. Bir diğer rahatsız edici noktaysa filmin ahlak polisine dönüşmesi ve ''kurtarılması gereken kurban kadınlar'' klişesini birkez daha gözümüze sokmasıydı. Filmin başrol oyuncuları Amanda Seyfried ve Peter Sarsgaard'ın gayet iyi bir iş çıkardığını belirtmek gerek. Eğreti duran, abartılı gelen tek bir sahnelerine rastlamadım. Filmde en çarpıcı bulduğum sahne Linda'nın en yardıma ihtiyaç duyduğu anlardan birinde devriye gezen polis memuruyla karşılaşmasıydı. Umut, şöhretin getirdiği algılanış şekli ve çaresizliğin birbirini peşi sıra takip eden geçişi çok iyi kotarılmıştı. Ama aynı şeyi filmin bütünü için söylemek pek mümkün değil. Lovelace, 70lerin cinsel devriminden ziyade Linda Lovelace'in kişisel hikayesine odaklanan, porno endüstrisiyle ilgili sorunları ikili ilişkilere indirgeyen, başarılı oyunculukların yer aldığı ortalama bir film.

Lovelace
2013 ABD
Rob Epstein - Jeffrey Friedman
Yıldız Karnesi: **1/2

21 Aralık 2013

The Bling Ring (2013)


Sofia Coppola'nın son filmi The Bling Ring (Türkiye'de Pırıltılı Hayatlar isimliyle gösterime girmişti), lise öğrencisi olan ve maddi durumu oldukça iyi ailelerden gelen bir grup gencin Hollywood ünlülerine ait malikaneleri soymalarını konu edinen bir film. Büyük evlerde yaşayan, maddi anlamda pek de sıkıntı çekmeyen bu gençlerin hırsızlık yapması fikri filmi enteresan kılan nokta. Çetenin lideri Rebecca, yakın arkadaşları Nicki (Emma Watson), Sam ve Chloe, bir de okula yeni gelen, fazla girişken biri olmadığı her halinden belli olan Marc bu hırsızlık grubunun üyeleri. Arada bazı eklenmeler de olsa ekibin belkemiğini bu beşli oluşturuyor. Filmin tam anlamıyla üvey evlat muamelesi gösterdiği isimler Sam ve Chloe. Tabi bu demek değil ki grubun kalan üyelerini detaylıca tanıyabiliyoruz. Rebecca'nın başta Lindsey Lohan olmak üzere ünlü saplantısı ve Marc'ın yakışıklı bulunmama kaygısı ile hırsızlık grubunun en cesaretsizi, en çekingeni olması dışında karakterler hakkında öğrenebildiğimiz pek bir şey yok. Gruba bir bütün olarak bakıldığındaysa çevrelerindeki dünyadan kopuk, benmerkezci hayatlarında kendilerinden başka bir şey düşünmeyen, her gece o kulüp senin bu kulüp benim gezen ve tabi ki (çağımızın hastalığı) eğlenceyi kanıtlamak için bol bol fotoğraf çek(tir)en genç insanlar görüyoruz. Hayatla gerçeklik bağları öyle kopuk ki yakalanma ihtimalleri olduğunu dahi düşünmüyorlar. Bu paralel dünya gençlerini eleştirel dille bize sunan Coppola'nın karakterlerine fazla özenmediğini düşünüyorum. Lakin müziği kullanarak elde ettiği anlatım şeklini çok ama çok beğendimi belirtmem gerek. Gençlerin haleti ruhiyesinin diyalog yerine görsellikle anlatımı, özellikle clubbing sahnelerinde epey başarılıydı. Amerikalıların suçlu seviciliğine yöneltilen ufak eleştirisi de gözümden kaçmadı. Filmde en sevdiğim karakterse Marc oldu. Kabak çiçeği gibi açıldığı ve içinden yeni bir Marc çıkardığı vakitlerde dahi eski, tedirgin, ödlek Marc'ın gelip kendisini bulmasıydı belki buna sebep. Beni en rahatsız eden iki unsur ise Nicki'nin annesi ile Nicki'yi canlandıran Emma Watson oldu (bu konuda yalnız olduğumu düşünüyorum). Nicki hayatı sadece kendi çevresinde dönen bir karakter ama abartılmış konuşma tarzı ve hareketleri karakterini karikatürleşmeye yaklaştırmış. Uzun lafın kısası, the Bling Ring karakter analizine fazla girişmeyen, anlattığı gençleri birtakım ortak özelliklerde buluşan bir grup olarak ele alan ve günümüz Amerikan toplumunda tüm derdi gezmek, pahalı markaları giymek, ünlülere benzemek olan kesime eleştiri gönderen bir film. Sayın Coppola'ya bir sorum var. Hırsız suçlu kabul, ama ünlünün - ve parçası olduğu sektörün- hiç mi suçu yok? 

The Bling Ring 
ABD 2013
Sofia Coppola
Yıldız Karnesi: ***

20 Aralık 2013

Altın Küre Adayları (2014)


12 Ocak akşamı Beverly Hills California'da sahiplerini bulacak 71. Altın Küre Ödülleri'nin adayları bu hafta açıklandı. Eminim pek çoğunuz listeleri çeşitli haber portallarında ve bloglarda görmüşsünüzdür. Benim aday listesini buraya yazma amacım adaylıkları duyurmaktan ziyade (kaç kişi buradan duyup öğrenecek biraz gerçekçi olalım!) kendim için listelemek ve izledikçe kırmızıyla bir çizik atmak. Tören öncesi bu filmlerin kaçını izleme fırsatı yakalayacağım bilmiyorum ama umut fakirin ekmeği. Hem adayları deftere yazmaya kalksam uzun iş. Madem blog sahibiyim bir işe yarasın diye düşünüp sinema adaylıklarını (televizyon adaylıklarını başka bir liste malzemesi yapmayı planlıyorum) huzurlarınızda buraya kopyalıyorum. 

10 Aralık 2013

Kameralı Katil - Thomas Glavinic


İstiklal Caddesi'ndeki Yapi Kredi Yayınları'nı gezerken gözüme çarpmıştı bu kitap. Arka kapaktaki ''bir medya eleştirisi aynı zamanda'' ibaresi kitabı satın almama sebep olmuştu. Avusturyalı yazar Thomas Glavinic'in Türkçe'ye çevrilen tek kitabı Kameralı Katil, Avusturya'da vahşice işlenen iki çocuk cinayetinin medya tarafından aktarılışını ve olayın toplumsal yansımalarını irdeliyor. İlk ağızdan anlatılan hikaye bir-iki günlük bir zaman diliminde gerçekleşiyor. İsmini bilmediğimiz anlatıcımız, bize karısıyla Paskalya tatili için Batı Stirya'ya doğru çıktıkları kısa seyahati ve tatili birlikte geçirecekleri arkadaşlarının evine varmalarını anlatarak giriyor söze. Akşam televizyon'da Batı Stirya'da işlenen cinayetlerin haberlerini izliyorlar. İnsanın kanını donduracak cinste cinayetler bunlar. Bir adam rastgele bulduğu üç kardeşe psikolojik işkence yapıyor ve kendilerini öldürmeye zorluyor. Bir yandan da bütün görüntüleri videoya kaydediyor. Bu gelişmeden sonra kitap medyanın ve toplumun tepkisini irdeleyen bir hale dönüşüyor. Yani Kameralı Katil bir ''katil kim?'' romanı değil. Katilin kim olduğundan ziyade böyle bir vahşet karşısında insanların takındıkları tutum ile televizyon kanalları ve gazetecilerin olayı aktarırken aldıkları tavırlara odaklanıyor. Anlatıcı, kendi karısı ile evinde misafir olarak bulunduğu arkadaşlarının tepkilerini irdeleyerek başlıyor işe. Kendi duygularından hiç bahsetmeyen anlatıcı aslında biz okurlar için tam manasıyla kamera görevi görüyor. Olayları aktarış biçimi sayesinde evde yaşanan her detayı biliyor, bütün sahneleri gözümüzün önünde canlandırabiliyoruz. Onlar nasıl ölüme giden çocukların her anını izleyebiliyorlar, biz de bu üç kişinin bütün tepkilerini okuyabiliyoruz. Televizyon ekranına bakar gibi bakıyoruz olan bitene. Bana başlangıçta epey mekanik gelen anlatım biçimi bize bu imkanı sağlıyor. İnsanların vahşet karşısındaki tutumları nedir? Korku mudur? Acizlik midir? Kaçma isteği midir? Acıma mıdır? Bu tarz soruları soran kitap, katilden ziyade ''uygar'' bir varlık olarak algılanan insanın içinden çıkan barbarlığa tanık olduğumuzda verdiğimiz toplumsal tepkilerin peşine düşüyor. 

Thomas Glavinic
Kameralı Katil (Der Kameramörder)
Yapı Kredi Yayınları 2007
Yıldız Karnesi: ***

9 Aralık 2013

Avrupa Film Ödülleri 2013


İlk defa 1988 senesinde, dönemin Berlin kültür senatörünün ön ayak olmasıyla düzenlenen Avrupa Film Ödülleri, Avrupa sinemasının desteklenmesi ve gelişmesini sağlamayı hedefleyen Avrupa Film Akademisi'nin kurulmasına giden yolu hazırlamış. Akademi başkanlığına ilk seçilen isimse Ingmar Bergman olmuş. Zamanla bir gelenek haline gelen Avrupa Film Ödülleri sahnesinden pek çok ünlü yönetmen ve oyuncu geçmiş. Bu sene Araf ile Yeşim Ustaoğlu'nun da yarıştığı 26. Avrupa Film Ödülleri'nde kazanan isimler 7 Aralık Cumartesi gecesi açıklandı.    

4 Aralık 2013

Side Effects (2013)

Amerikan televizyonunda birkaç reklam kuşağı izleyen herkes mutlaka denk gelmiştir ilaç reklamlarına. Antidepresanların, cinsel gücü artıran ilaçların, yaşlanmanın etkilerini hafifleten ilaçların ve daha nicelerinin reklamları döner tüm gün. Önce semptomlar sayılır, sonra ilacın adı ve sağladığı faydalardan bahsedilir. Reklam tam bitecekken de muhtemel yan etkileri sıralanır. İlaçlar da diğer ürünler gibi televizyon aracılığıyla kolayca müşterisine pazarlanır. Birleşik Devletler epey büyük bir pazar ve bu durumun ilaç firmalarının iştahını kabarttığı ortada. Side Effects, tam da bu büyük pazardan pay kapmak için çırpınan ilaç firmalarına, doktor ve firmalar arasındaki ortaklığa (misal çıkılan pahalı yemekler, gidilen bedava tatiller ve pek tabi banka hesabına yatırılan onlarca paraya), bedava ilaç almak için yan tesirleri tam bilinmeyen bir ilacı denemeyi kabul eden hastalara, kısacası kurulu bu düzene çomak sokacakmış gibi başlıyor. Depresyon belirtileri gösteren Emily (Rooney Mara) doktorunun (Jude Law) önerisiyle piyasaya yeni sunulmuş, televizyonda sürekli reklamları dönen bir ilaç kullanmaya başlıyor. Lakin bu ilacın öngörülemeyen yan etkileri Emily'nin hayatını geri dönülemez şekilde değiştiriyor. Filmin ilk yarısı izleyiciyi hedeflendiği gibi koltuğunun kenarında oturturken ve tempo da oldukça yerindeyken, filmin ortasından itibaren -hikayenin seyrinin değişmesiyle- baştaki sürükleyici etki kayboluyor. ''Bütün bu olaylar nasıl çözüme kavuşacak?'' sorusuyla seyirciyi avucunun içinde tutmaya çalışsa da bu işi ilk yarıya kıyasla daha az başarıyla yapıyor. Yönetmenliğini Steven Soderbergh'ün üstlendiği filmin kadrosunda Mara ve Law dışında Channing Tatum ve Catherine Zeta-Jones var. Jude Law ile Rooney Mara'yı çok beğendiğimi ama Catherine Zeta-Jones'un oyunculuğunu abartılı bulduğumu belirtmeden geçmeyeyim. Abartısız oynasa izleyici üzerinde çok daha güçlü bir etki bırakabileceği bir rolde oysa ki. Side Effects dört dörtlük bir film olmamakla birlikte psikolojik gerilim türünü sevenler için izlenesi bir yapım.

Side Effects
Steven Soderbergh
ABD 2013
Yıldız Karnesi: ***1/2

3 Aralık 2013

Mavi Vurgun - Clive Cussler

Yeni katıldığım ve Mart başında sona erecek olan okuma şenliğinden iki önceki yazımda bahsetmiştim. Etkinlik için belirlenmiş 15 farklı kategoride birer kitap okumam gerekli. İlk kitabı geçtiğimiz haftasonu bitirdim. Altın Kitaplar tarafından 1994 senesinde yayımlanmış Clive Cussler'ın yazdığı Mavi Vurgun'u okudum. Mavi Vurgun, yazarın Dirk Pitt serisinin ikinci kitabı. Benim gibi serinin ilk kitabını okumadan başlamanızda hiçbir sakınca yok zira ikinci romanın konusu ve hikaye örgüsü ilk romandan tamamen bağımsız, onun devamı niteliğinde değil. Romanın başkahramanı Dirk Pitt bir Amerikan subayı (Türkçe çeviride binbaşı diye geçmiş ama sanırım orijinal metinde daha alengirli bir titri var). Uzun boylu, koyu renk saçlı, yeşil gözlü bu genç adam tam bir maceraperest. Aynı zamanda çok zeki. Üstelik hisleri de epey kuvvetli. Tehlikeyi 1 km. mesafeden sezebiliyor. Kadınların ağızlarının suyunu akıtan Dirk Pitt, Akdeniz'de Thasos adası açıklarında demirlemiş bir Amerikan araştırma gemisinde yaşanan bazı tuhaf kazaları incelemek için bölgeye gönderiliyor. Adadaki Amerikan üssüne vardığı gece deniz kenarında tanıştığı bir kadınla birlikte oluyor (o kadar baştan çıkarıcı bir adam ki kadının hiçbir şansı yok!). Kadın, adanın gedikli Almanı von Till'in yeğeni çıkıyor ve Pitt amca ve yeğenle yemek yeme zevkine erişiyor. Dirk Pitt -çünkü o meseleleri bir fener gibi aydınlatacak zekaya sahip- çok geçmeden araştırma teknesinde yaşanan olaylar ile ''kötü adamlar'' arasındaki bağı kuruyor ve o maceradan çıkıp bu maceraya atlıyor.  İkinci Dünya Savaşı ile bir miktar haşır neşir kitabın tutarlı bir hikaye örgüsü üzerinde şekillendiğini belirtmeliyim. Hikayeye aşırı bayılmadım ama sebebi kaypak bir öykü olması değil, bazı şeyler ortaya çıktıktan sonra romanın kalan gizemi kullanarak sürükleyiciliği yeteri kadar sağlayamamasıydı. Macera romanı okumayı sevenler benimle aynı fikirde olmayacaklardır eminim çünkü Pitt'in başından geçen olaylar ve içine düştüğü durumlar maceraseverleri tatmin edecek nitelikte. Dirk Pitt karakteri çok arzulanan, çok zeki, çok yakışıklı bir adam ve yaşadığı zor durumları kaba kuvvetle değil çoğunlukla akıl yoluyla altediyor. Beni en rahatsız eden şey kitaptaki cinsiyetçi dildi. Öyle satır arasına saklanmış filan da değil üstelik, çötenk diye gözünüzün önünde, Teri ile Dirk'ün diyaloglarında, ilişkisinde mevcut. (Başkahramanı aracılığıyla) kadınları aşağılamaktan hoşlanan, onları kıskanç, akılsız, sadece duygularıyla hareket eden bireyler olarak gören romanda, Teri hakkında en sonda açıklanan bilgiler de epey şaşırtıcıydı doğrusu. Uzun lafın kısası Mavi Vurgun, macera tutkunları için okunası ama gizem tutkunları için ortalama bir roman. Kadın karakterlerin romanlardaki temsilleri konusunda hassas bir okursanız hele mutlaka uzak durun.

Mavi Vurgun (the Mediterranean Caper)
Clive Cussler
Altın Kitaplar 1994
Yıldız Karnesi: **1/2

28 Kasım 2013

World War Z (2013)


Hollywood yapımı olsun, aksiyonlu olsun ama çok da boş olmasın kontenjanından seçtik kendisini. Film Amerikalı bir ailenin sabah uykularından uyanmasıyla başlıyor. Anne, baba ve iki kız çocuğundan oluşan bir aile bu. Baba Gerry Lane (Brad Pitt) eski bir Birleşmiş Milletler (BM) çalışanı. Yıllar boyu farklı ve zorlu coğrafyalarda görev yaptıktan sonra işinden ayrılmış. Sebebi net olmamakla birlikte bu kararının yaptığı işin tabiatı ile alakalı olduğu aşikar. Artık ailesine zaman ayırıyor hatta kızlarına her sabah pancake yapıyor. Filmin aksiyonsuz tek bölümü bu kısım. Onlar evden çıkıp arabalarıyla Philadelphia sokaklarına girdiklerinde cehennemin kapıları ardına kadar açılıveriyor. Sokaklar insanları zombiye çeviren bir virüsün tehdidi altında. Virüs nasıl oluşmuş bilinmiyor. Eldeki tek veri zombilerin insanları hedef alıp ısırması ve onları zombiye dönüştürmesi. Gerry'nin BM'den tanıdığı eski bir dostu aileye yardım teklif eder. Ama karşılığında Gerry'den bir isteği vardır: Virüsün kökenini tespit edip gerekli aşıyı üretmeye çalışacak bir doktora yoldaşlık etmek. Zaman içinde görevinin niteliği değişen Gerry bu azgın virüse karşı çılgın bir mücadeleye girişir. Aksiyonu ve görsel efekti bol, oyunculuğu iyi, temposu ise hiç düşmeyen World War Z, küreselleşen dünyada sınırların sadece insanlar, mallar ve fikirler için değil hastalıklar için de kalktığını gözler önüne seriyor. Baş gösterecek dirençli bir salgın hastalığı ufak bir bölgeye hapsetmek pek mümkün değil artık. Günde üç kez İstanbul-New York seferi düzenlenirken, havaalanlarına dakikada bilmem kaç uçak inerken hele hiç mümkün değil. Dünya nüfusunun güçlü bir virüsle kırılması hatta yok olma noktasına gelmesi belki çok da uzak bir gelecek değildir? Hem filmde ne deniyordu: ''Toprak ana bir seri katildir.'' Hepimizden intikam almak için gün sayıyor olmasın?

26 Kasım 2013

Kitap Şenliğine Katıldım!

3 Kasım 2013 - 3 Mart 2014 tarihleri arasında gerçekleşecek bir kitap okuma şenliğine katıldım. Şenliği Pinuccia'nın Kitapları (yani sahibesi Pınar) düzenliyor. Aslında düzenlediği kitap şenliklerinin ikincisi bu. İlkini yazın düzenlemişti ama ona katılamamıştım. İkinci şenliğin duyurusunu dün gördüm. Başlayalı neredeyse 1 ay olmuş. Epey zaman kaybetmişim ama olsun (hem sonunu düşünen kahraman olamaz!). Oyunun kurallarını merak edenler için kısaca bahsedeyim. Belirlenmiş birtakım kategoriler var. Siz bu kategorilere uygun bir kitap bulup okuduğunuzda belli puanlar kazanıyorsunuz. Tabii bu puanları biriktirip uçak miline çeviremiyorsunuz ne yazık ki. Ama zaten önemli olan yarışmak değil mi hanımlar ve beyler? Hayır tabii ki de değil. Şaşırtmacalı bir soruydu hepiniz çuvalladınız. Önemli olan kitap okumak (ne de olsa eğitimcilik benim kariyerim). Bir diğer önemli noktaysa okuduğunuz her bir kitabın en az 200 sayfa olması. Bu uyarıyı benim gibi kitapları seçtikten sonra değil öncesinde okumakta fayda var tabii.

Şimdi benim hazırladığım listeye geçmeden önce kendime koyduğum bir kuralı açıklamak istiyorum. Bu etkinlik için kitap satın almayacağım. Hem evde sürüyle okunmamış kitap var, hem de mezun olduğum üniversitenin kütüphanesine kaydolacağım önümüzdeki günlerde. (Burada Queens Library'i de saygı ve derin bir özlemle anıyorum) Bir de ailede kütüphane işlevi gören birtakım bireyler var (kesene bereket dostum!). Her ne kadar bazıları terk-i diyar ettiyseler de kitaplarının büyük kısmı edemedi. Yani kaynak çok, o yüzden şimdilik ''al-al-al-al'' hırsına bir mola. 

21 Eylül 2013

Olduğu Kadar Güzeldik - Mahir Ünsal Eriş


Hemşiremin tavsiyesi üzerine okuduğum Mahir Ünsal Eriş (her seferinde Ünsal mıydı Ünal mıydı stresi yaşamasam olmaz!) Barış Bıçakçı'dan sonra hanesine artı bir yazdığım İletişim yazarlarından. Sekiz öyküden oluşan kitabın sadece bir kahramanı kadın, diğerleri erkek. Akraba ilişkilerinden geçmişte açık kalan hesaplara, Biga ve Bandırma tostuna, çocukluğa, dostluğa, yalnızlığa, aşka, ölüme, öldürmeye, hayata küsmeye, yaşlanıp yok olmaya, kısacası yaşama ve insan olmaya dair pek çok anlatı çıkıyor içinden. Dayımın Avrupaya Kaçırılışı'nda kahkahalar atıp, Zehir Miktarda'da hüzünlenip, Stoper'de salya sümük ağladım (Featuring baba karakterinin bunda payı epey büyük ama hikaye de güzel be Yonca.) Yavaş yavaş ısınıp son dörtlükte açılan yarış atı gibi, başlangıçta kitaba/yazara ısındırıp son çeyrekte okurun kalbini kazanıveriyor. Olduğu Kadar Güzeldik, favori öykü kitaplarım arasında yerini aldı bile.


"Hayat, kendini öyle bir gelip senin karşına koyuyor ki, hayallerini, umutlarını, çocukluğundan, gençliğinden beri kurduklarını yutturuveriyor sana. Sınavlar geliyor, zoraki takılmış kravatlar, en son akraba düğününde giyilmiş biçimsiz takım elbiselerle iş görüşmeleri geliyor, askerlik geliyor, kredi kartı geliyor, ay sonu geliyor, ihtiyarların bir bir ölmesi, gençlerin bir bir ihtiyarlaması geliyor. Durduğu yerde ağırlaşmaya başlıyor hayat. Yapış yapış bir şey gibi. Kanatlarına bulaşıyor, ökseye tutulmuş gibi kalıyor insan. Hani zaten uçacağından değil de, yine de zoruna gidiyor. Daha büyük yarınların hayalini kurmak, yarın sabah kalkıp işe ya da iş aramaya gideceğin gerçeğinin arkasında kalıyor. Unutturuyor kendini, sanki bütün gençliğini ışıklar içinde geçirten o değilmiş gibi. İnsan utanıyor sonra o sarılı kırmızılı dergileri, bozuk megafonundan sokaktakileri umuda tavlamaya çalışan çatık kaşlı gençleri, duvarlara intizamsız bir aceleyle yazılmış o orak şekilli Ş harflerini gördükçe. Sanki önceden söylediği bir yalanı herkes öğrenmiş gibi utanıyor. Göz göze gelmemeye çalışarak uzaklaşıyor yanlarından, hayat da öyle geçip gitmiyor mu, biz güzel şeyler yapmaya çalışırken, tam da en güzel şeyler oluverecekmiş gibiyken. Öyleyse yaşamak, hayata karşılık hayallerimizden vazgeçtiğimiz bir kaybetme biçimidir." 
Mahir Ünsal Eriş, Olduğu Kadar Güzeldik

16 Eylül 2013

Downton Abbey - Sezon III


(Okumaya devam etmeden önce: Tanıtım yazısı yazmadım. Üçüncü sezonla ilgili düşüncelerimi yazdım. Her ne kadar hayati önem taşıyan gelişmelere değinmemeye çalıştıysam da 3. sezonu izlemediyseniz ve izlemeyi düşünüyorsanız devam etmek alacağınız bir risk. Ben uyarımı yapayım, siz nasıl istiyorsanız öyle hareket edin pek tabi. Hürmetler.)

28 Ağustos 2013

Tavan Arasındaki Buda - Julie Otsuka

Tavan Arasındaki Buda 1900'lü yılların başında Japonya'dan ABD'nin San Francisco şehrine gitmek için gemiyle yola çıkan mektup gelinlerin hikayesini anlatıyor. Hiç yüzlerini görmeyip, seslerini duymadıkları, aralarındaki yegane iletişimin bir mektupla sağlandığı kocalarının yanına, yeni evlerine doğru yola çıkan gelinler onlar. Mektupta kendilerine vadedilen yaşamın aslında var olmadığını öğrendiklerinde birçoğu başlarına geleni sessizce kabullenirken, bir kısmı da isyan bayrağını çekip yeni yollar bulmaya karar veriyor. Otsuka'nın kalemi ikili insan ilişkilerinden başlayıp toplumsal ilişkilere dek uzanan geniş bir yelpazeyi ilmek ilmek örmüş. Hikaye, gelinlerin deniz yolculuğu ile başlayıp eşleriyle ilk karşılaşmalarına, cinsellikten hamileliğe, çocuk doğurmaktan çocuk yetiştirmeye, Amerikan toplumu ile olan ilişkilere ve İkinci Dünya Savaşı yıllarında gönderildikleri esir kamplarına dek ilerleyen uzun bir yolculuk.

Anlatımın birinci çoğul olması karakterlerden ziyade olayları ön plana çıkartmış. Kitap boyunca sıralanmış isimlerin kimler olduğu hiç önemli değil. Asıl ehemmiyet teşkil eden başlarından neler geçtiği. İsimler sadece bir seçki, bir çeşitlilik sunmak için mevcut. Yoksa belli karakterlerin zaman içinde gelişen hikayesi değil takip ettiğimiz. Göçmen Japon gelinlerin başından geçenlere tanıklık ediyoruz. Eşleriyle yaşadıkları sorunlar, Amerikan toplumuna kaybetmekten korktukları çocuklarıyla yaşadıkları didişmeler ve pek tabi Amerikalı komşuları-işverenleri-arkadaşları ile yaşadıkları olaylar asıl meselemiz. Irkçılığın, yabancı düşmanlığının, savaş çığırtkanlığının ortasında umursanmayan, ancak ortadan kaybolunca farklarına varılan, yine de yokluklarına kolay alışılan Japonların hayat deneyimleri günümüzde pek çok grubun tecrübesiyle örtüşecek cinsten. Bize insanlığın zaaflarını hatırlatan Otsuka'nın kalemi göçmenliği ile övünen bir coğrafyada ''istenmeyen'' göçmen hayatlar üzerine önemli detaylar aktarıyor.

Not: Ben kitabın İngilizce'sini okudum ama Domingo Yayınevi 2012'de Türkçe'sini basmış.

26 Ağustos 2013

I, Anna (2012)


New York'a gitmeden önce epey bir DVD toparlamıştım ama izleyememiştik. Şimdi yaz durgunluğunu fırsat bilip bu filmleri izleme zamanı zira sonbahar gelince yine hangi filmlerin peşinde koşucaz Allah bilir. I, Anna muhtemelen arka kapakta yazan konusuna tav olup aldığım bir film (yoksa bir yerlerden duymuşluğum yok). Cinayet, polisiye gibi kelimeler bir kitabı okumak ya da bir filmi izlemek için karar vermeme kafi zaten. Elsa Lewin'in aynı isimli kitabından uyarlama film, boşanmanın eşiğinde olan orta yaşlı polis dedektifi Bernie Reid ile bir sabah cinayet mahalinde karşılaştığı esrarengiz Anna Welles'in hikayesini anlatıyor. Özel hayatıyla profesyonel hayatı arasına sınır çekemeyen Bernie ile bir dükkanda satış elemanı olarak çalışan ve bilmediğimiz bir sebepten tanıştığı erkeklere kendini farklı isimle tanıtan Anna'nın ilişkisi geçmişin kör kuyularına doğru ikisini de çekmeye başlıyor. Benim gibi ''cinayetli film'' izlemek amacındaysanız doğru adreste değilsiniz zira film ''katil kim?'' sorusundan ziyade karakter psikolojisine odaklanıyor. Oyunculuklar iyi lakin başlangıçta beni epey heyecanlandıran anlatım ortalara doğru oldukça yavaşlıyor ve baştaki temposunu kaybediyor. Güçlü hikaye örgüsü bulunmasa da hikaye gizemini koruduğu için, ''acaba ne olacak?'' sorusuyla film kendini izletmeyi başarıyor. Olaylardan çok karakterlere yoğunlaşmış polisiye soslu bu filmi izlemeyi düşünenlere tavsiyem: beklentilerinizi yükseltmeyin!  

I, Anna
Yönetmen:  Barnaby Southcombe
İngiltere - 2012
Yıldız Karnesi: ***

16 Ağustos 2013

Yapı Kredi Vitrininde bir Orhan Pamuk!

photo

Orhan Pamuk'un İletişim'den Yapı Kredi'ye transferini sağır sultan duydu ama Yapı Kredi'nin İstiklal caddesi'ndeki vitrin düzenlemesini belki herkes görememiştir. Vitrinde dev bir Orhan Pamuk posterinin yanında yayınevinin tekrar bastığı Orhan Pamuk kitapları dizili. Şimdilik ''Benim Adım Kırmızı'', ''Kar'' ve ''Öteki Renkler'' yeniden basılmış. ''İstanbul''un 2003'teki ilk baskısı zaten Yapı Kredi Yayınları tarafından yapılmıştı, o pek transfer sayılmaz. Yazarların yayınevi değiştirmesi bibliyofilleri nasıl etkiliyordur diye düşünmedim değil. Sen onca yıl didin, kitaplardan kendine bir seri yarat, hop başka bir yayınevi yeniden bassın. Üstelik yazarın gelecek kitapları da artık o yeni yayınevinin dizayn tarzında basılacak. Ya yeni baskılardan da alacaksın, ya da eski kitaplarla muhtemel yenileri arasındaki farka katlanacaksın. Bu iş çok cep yakar Yonca!

5 Ağustos 2013

Okuma Listesi - Ağustos 2013

Evet, yeni bir listeleme arzusuyla sizlerleyim. Bu çabayı bir kere daha, Mart ayında göstermiştim. Orada listelediğim üç kitabın ikisini okudum. O ay için seçtiğim üçüncü kitap olan Kötü Yol'u da okumaya başlamıştım ama New York'a gidince elimden fırlatıp Queens Library'nin yolunu tutunca yarım kaldı. Kitabı da sanırım New York'ta bıraktım. Artık bir daha ne zaman kısmet olursa.

Ağustos 2013 okuma listeme yine üç kitap ekleyeceğim, temkinli olmakta fayda var:


1. En son Mart ayında katıldığım Yazar Ayları etkinliğine bu ay da katılıyorum. Bu seferki konuk Neil Gaiman. Etkinlik için New York'ta Ece'nin hediye ettiği Stardust isimli kitabı seçtim (Yaşasın kitap hediye eden arkadaşlar!). Zaten Coraline'i ve hemşiremin alışveriş turunu bitirmesini beklerken Guggenheim Müzesi'nin Bookstore'unda okuyup bitirdiğim, kitap haline getirilmiş bir mezuniyet konuşmasını saymazsak (çok çok güzel bir konuşma, dinlemediyseniz pamuk eller Youtube'a!) pek Gaiman okumuşluğum yok. O yüzden heyecan dorukta.




2. J.K. Rowling'in Robert Galbraith mahlasıyla bir polisiye roman yazdığını geçen ay öğrendim ve kitap The Cuckoo's Calling okuma listemin olmazsa olmazı oldu. Aslında, New York'ta edindiğim ve okumak için can attığım epey bir polisiye roman birikmişti elimde. Ama Rowling'in bu sürpriz çıkışı listelerde bir numaraya oturmasına yetti de arttı.






3. Listeme bir de yerli bir yazar ekleyeyim istedim ve Barış Bıçakçı kitaplarımın arasına elimi daldırdım. Sonuç: Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra.

Güzel bir Ağustos olsun.

31 Temmuz 2013

Coraline


"We … could be friends, you know," said Coraline.
"We COULD be rare specimens of an exotic breed of African dancing elephants," said the cat. "But we’re not. At least," it added cattily, after darting a brief look at Coraline, "I’m not."
 Coraline, Neil Gaiman

17 Haziran 2013

The Selection Serisi - Kiera Cass



New York'a geldim ve Queens Library'i tepe tepe kullanma planımı yürürlüğe koydum. Şu an odamda, ödünç aldığım kitapları üstüste koyarak oluşturduğum bir tepem bile mevcut. Okul yüzünden çok yoğun çalıştığım dönemde hafif bir şeyler okuyup zihnimi dağıtmak amaçlı başladığım young adult ve manga yolculuğumsa aynı hızla devam ediyor. Bu young adult mevzusunda aklımı kurcalayan bir soru var: Tek kitaplık romanlar yazılamıyor mu da elimi ne yöne savursam üç kitaplık serilere çarpıyorum? Çok sıkıldım ben bu seri işinden. Zaten ilk kitabı 2013'te yayınlanmış bir üçlemeye de başladım hiç aklımda yokken. 2015'e kadar ''Acaba bu hikaye nasıl bitecek?'' diyerek beklenir mi?

10 Nisan 2013

A Young Doctor's Notebook (2012)


Yirmişer dakikalık dört bölümden oluşan bu mini televizyon dizisi şu sıralar pek çok insanın dilinde. Ben eksik kalır mıyım, tabi ki kalamam dedim ve bir gecede dört bölümü afiyetle izledim. Rus edebiyatçı Mikhail Bulgakov'un A Country Doctor's Notebook isimli, çeşitli öykülerden oluşan kitabından uyarlanan dizinin başrollerini emektar Harry Potter'ımız, Daniel Radcliffe ile Mad Men severlerin pek muhterem Don Draper'ı, Jon Hamm paylaşıyor. (Aslında paylaşmak denebilir mi bilemiyorum zira Radcliffe almış, götürmüş, uçmuş, koparmış, hem rolü daha fazla, hem de akılda en çok onun oyunculuğu kalıyor).

30 Mart 2013

Wreck-It Ralph (2012)


Brave, ödül sezonu ortalığın tozunu attı, ödülleri sildi süpürdü ama o jüri üyelerinin alacağı olsun.  Özgür kız, cesur kız, ataerkil düzene karşı gelen kız çığlıklarıyla verdiler bize gazı, hepimiz gittik filmi izledik ama bari onlar işini yapsaydı da, (Kelly Macdonald'a rağmen) izlerken uykumu getiren Brave yerine gayet eğlenceli bir animasyonu, Wreck-It Ralph'i hak ettiği üne kavuştursalardı. ''Ben video oyunu sevmem, atari salonuna bir kere bile adım atmadım'' diyenlerdenseniz korkmayın, benim de hiç ''gamer'' bir kişiliğim olmadı. Filmde bahsi geçen oyunları bilenler için güzel bir nostalji yaşanmış olmalı ama benim gibi oyunlardan bihaberler için de izlemesi epey eğlenceli bir film Wreck-It Ralph. Film atari salonunda (bizdeki versiyonu bu olsa gerek) başlıyor. Ortalıkta bir sürü makine, binbir çeşit oyun var. Bu oyunlardan birisinin adı Fix-It Felix. Oyunun başkahramanı, canavar kılıklı Ralph'in yıktığı binayı ivedilikle tamir eden ve bunu yaparken gömleğinin ütüsü bile bozulmayan Felix. Nasıl bir sevgi seli var Felix'e karşı. Binanın diğer sakinleri hayran kendisine. Bir baş okşamalar, bir madalya takdim etmeler. Yavrum canavar Ralph'i de bir dışlamalar, sen bu deve cüssenle bizim aramıza karışmalar, türlü türlü elitist hareketler. İşi gereği camı çerçeveyi indiren ama kalbi pırlanta parçasından hallice Ralph günün birinde bu durumu değiştirmeye karar verir ve olaylar gelişir. Felix'inkiler gibi bir madalyaya sahip olursa oyundaşlarının tutumlarını değiştireceğine, onu da bağırlarına basıp, boğazından şampanya dökeceklerine inanan Ralph, kendi oyununu terk eder. Bu hareketi oyunun düzenini bozacağı gibi, salondaki diğer oyunları da tehlikeye sokar. Oyundan oyuna savrulan Ralph madalya peşinde koştururken, dostluk, sevgi, sadakat, dayanışma gibi pek çok kavramı sorgular. Film, ''Herkes kendi hikayesinin kahramanıdır ve iyiler mutlaka kazanır''a bağlasa da müzikleri, kahkaha attırmasa da gülümseten esprili diyalogları ile iyi vakit geçirtiyor. Ralph'i John C. Reilly, Felix'i ise 30 Rock'ın nevi şahsına münhasır Kenneth'ı (Jack McBrayer) seslendiriyor. Kendinizi iyi hissetmek istediğiniz boş bir anınızda bence hiç çekinmeyin, gidip izleyin.

Wrack-It Ralph
Yönetmen: Rich Moore 
A.B.D. - 2012
Yıldız Karnesi: ***1/2 

22 Mart 2013

Zerre (2012)


!f İstanbul sayesinde izleme şansı yakaladığım, yönetmen Erdem Tepegöz'ün ilk uzun metraj denemesi Zerre, yoksulluğun ve çaresizliğin ortasında hayata tutunmaya çalışan Zeynep'in yaşamından kısa bir kesit sunuyor. Bir dikim atölyesinde etliye sütlüye karışmadan üç kuruşa çalışan Zeynep'in birtakım yanlış anlamalar sonucu kapının önüne konmasıyla başlıyor her şey. Yoksul bir mahallede, yaşlı annesi ve hasta kızıyla tek odalı, gecekondudan bozma bir evde yaşayan Zeynep, hemen iş aramaya başlıyor. Lakin ekmek aslanın ağzında. Film, sıkışıp kaldığı görünmez duvarların arasında soluk almaya çalışan Zeynep'in ufak bir umuda tutunarak, o duvarlara çarpa çarpa yol alışını anlatıyor. İnsan emeğinin hiçbir kıymetinin kalmadığı, maddi ve manevi sömürünün tavan yaptığı bir dünyada, zor çalışma koşulları altında, erkeklerin en alt sınıfta bile iktidar ve güçle köşebaşlarını tuttuğu bir ortamda hayat kadınlar için çok zor. Kendinden ödün vermek istemeyen ama öte taraftan ailesine bakmanın bütün yükünü omuzlarında taşıyan Zeynep'in hayatını hazmetmek ise hiç kolay değil. Erdem Tepegöz'ün kamerası, alt sınıfın çalışma koşullarını, yaşadıkları yoksul hayatı, çaresizlikleri hiç filtrelemeden gözümüze sokuyor. Koltuğumuzda rahatsız otururken kendimize sorup duruyoruz: bu hayatın içinde yok olmaya yüz tutmuş küçük zerrecikler miyiz biz? Omzuna konan minik bir kuş misali Zeynep'in hayatına bir kaç günlüğüne dahil olup çıkınca nedir cebimizde kalan? Zeynep karakterine can veren Jale Arıkan, performansıyla filmi sürükleyip götürmüş. Üstelik canlandırdığı karakter geçtiğimiz sene izlediğim onca zayıf, erkeğe muhtaç kadın karakterden sonra (Araf'ın Zehra'sı, Gözetleme Kulesi'nin Seher'i, Kuma'nın Ayşe'si) ilaç gibi geldi. Nisan ayında hem Türkiye'de hem de Avrupa'da gösterime girecek bu filmi kaçırmayın derim.    

Zerre 
Yönetmen: Erdem Tepegöz
2012 - Türkiye
Yıldız Karnesi: ****

19 Mart 2013

Palomino Molero'yu Kim Öldürdü - Mario Vargas Llosa


Pinuccia'nın Kitapları adlı blogun ev sahipliği yaptığı Yazar Ayları etkinliğine ilk defa bu ay katıldım. Katıldığıma da çok memnun oldum. Etkinlik sayesinde daha önce hiçbir kitabını okumadığım Nobel Edebiyat ödülü sahibi yazar Mario Vargas Llosa ile tanışma fırsatı buldum. Yazar Ayları'nda sistem şöyle işliyor. Önce oylama yapılarak ayın yazarı kim olacak o belirleniyor. Sonra da etkinliğe katılmaya karar verenler yazarın kitaplarından birini seçiyor. Kitap yerine yazarın seçilmesi okuyucuyu bir anlamda özgür kılıyor, kendi zevkine göre bir kitap okumasını sağlıyor.

11 Mart 2013

Sessiz Kadınlar - Esra Erol


Kadınların uğradığı şiddet, özellikle koca, kardeş, baba, ve/veya akraba şiddeti son yıllarda epey görünürlük kazandı. ''Şiddet görmüş kadınlar'' gazete sayfalarında, haber bültenlerinde, hatta pek çok popüler kültür ürününde de karşımıza çıkıyor. Herkesin duyarlılık göstermesi elbette sevindirici ama söz söyleyenin nasıl bir dil kullandığı ve o dille gerçekliğin nasıl inşa edildiğinin hiç mi önemi yok? Açıkçası Esra Erol'un Sessiz Kadınlar'ını okumamın tek nedeni, kitapta yer alan onüç yaşam hikayesinin ne olduğundan çok nasıl anlatıldığını görmekti. Çoğu çocuk gelin olan ve istemedikleri evliliğe zorlanan bu kadınların hikayelerinin ne tür kalıplar, kelimeler, anlatım tarzı, vs. seçilerek aktarıldığını incelemekti. 

7 Mart 2013

Band's Visit (2007)


İsrailli yönetmen Eran Kolirin'in ilk film çalışması Bikur Ha-Tizmoret (ya da İngilizce ismiyle Band's Visit), Arap Kültür Merkezi'nin açılışında konser vermeleri için İsrail'e davet edilen İskenderiye Seramoni Bandosu'nun yaşadığı bir tam günü anlatıyor. Bando konser için İsrail'e gelir ama havaalanında kimse karşılamaya gelmez. Mavi üniformaları, bir örnek bavulları ve enstrümanlarıyla kala kalan ekibin şefi Tawfiq, kültür merkezini kendi imkanlarıyla bulacaklarını söyler. Havaalanından bir otobüse binerler. Merkezin bulunduğu Petah Tiqva'ya gitmek isterlerken, dildeki bir anlaşmazlık sonucu kendilerini kuş uçmaz, kervan geçmez Bet Hatikva'da bulurlar. Binebilecekleri otobüsün ancak ertesi sabah geçeceğini öğrenen ekibin geceyi çölün ortasındaki bu küçük kasabada geçirmesi şart olmuştur. Burada kalabilecekleri bir otel bile yoktur ama adres sordukları kafenin işletmecisi Dina imdatlarına yetişir. Üç gruba ayrılıp, üç farklı yere dağılan bando üyelerinin önünde geçirmeleri gereken uzun bir gece vardır.

1 Mart 2013

Mart Listesi


Aslında okuyacağım kitapları anlık seçerim. Aylık okuma listeleri hazırlamak gibi bir alışkanlığım yoktur. Zaten listelere bağlanmayı pek sevmem. İnsan canı neyi istiyorsa onu okumalı. Bu ay kendimce bir değişiklik yaptım, bir okuma listesi hazırlamaya karar verdim. Devamı gelir mi hiçbir fikrim yok. Belki her ay için minimum birkaç kitap seçer, üzerine ''anlık'' eklemeler yaparım. Şimdiden bir şey söylemek zor. Bu ay için hedefe üç kitap koydum. Hevesi çabuk kırıp havlu atmamak için ufak başlamakta fayda var.

27 Şubat 2013

Mutlu Aile Defteri (2013)


Mutlu Aile Defteri'ni açıkçası fazla bir beklentim olmadan izledim. Asu Maro'nun oyuncularla yaptığı Milliyet Sanat röportajını okumuştum önceden. Oyuncu kadrosunda sırf tanınmış, güçlü oyuncular bulunan filmlerle ilgili ön yargımdan dolayı (bütün işi oyuncuların performansına bağlar ve senaryoyu vs. fazla önemsemezler diye düşündüğümden) izlemek konusunda kararsızdım. Röportajda birbirleriyle uyum içinde çalıştıklarını, Tuncel Kurtiz'den ve birbirlerinden çok şey öğrendiklerini, eğlenceli bir set ortamında filmi tamamladıklarını anlatan ekibe bir şans vermek istedim. Filmin beni şaşırtmasını umarak gittim sinemaya.    

25 Şubat 2013

Kauwboy (2012)


Hollanda'nın bu seneki Oscar yarışı için seçtiği Kauwboy, sevgiyi, dostluğu, yalnızlığı ve özlemi küçük bir çocuğun gözünden çok naif bir dille anlatan bir film. 10 yaşındaki Jojo, babasıyla birlikte yaşayan yalnız bir çocuk. Yaz tatilinde olduğunu tahmin ettiğim Jojo'nun hayattaki tek sosyal aktivitesi, oyucusu olduğu su topu takımının antremanlarına gitmek. Jojo günün birinde, yuvasından düşmüş yavru bir kargaya rastlıyor. Annesinin terk ettiği bu siyah, çirkin, savunmasız, bakıma muhtaç kuşu alıp evine götürüyor. Babasının asla razı gelmeyeceğini bildiği için kargayı kendi başına, gizli gizli besliyor. Jojo'nun ve Hollandaca'da Kauw denen (İngilizcesi Jackbird olan) bu minik karganın yoldaşlığı böylece başlıyor. Bu sıcak, eğlenceli, yer yer iç burkan, hüzünlü arkadaşlıkta ikisi de birbirini kaybettiklerinin yerine koyuyor. Jojo'nun babasından bir türlü göremediği ilgi ve alakayı büyük bir özveriyle yeni dostuna sunmasıysa insanın içini burkuyor. Gerçeği kabullenemeyen, kurduğu küçük dünyasında kendi gerçeğini yaşayan Jojo'nun Kauw ile başlattığı yoldaşlık, babasıyla olan ilişkisinde de derin izler bırakıyor. Her ne kadar depresif bir anlatıma sahip olmasa da Jojo'nun hikayesi epey hüzünlü. Yine de çocuk oyuncu Rick Lens'in harika bir iş çıkardığı, izleyeni çabucak yakalayan ve sonuna kadar bırakmayan bu alçakgönüllü filmi kaçırmayın derim.

Kauwboy 
Yönetmen: Boudewijn Koole
Hollanda - 2012
Yıldız Karnesi: ***1/2

19 Şubat 2013

Süreyya Sami Polisiyesi - Barış Uygur


Feriköy Mezarlığı'nda Randevu (2012), Barış Uygur'un, bizi Süreyya Sami ile tanıştıran polisiye dizisinin ilk kitabı. Eski bir polis olan Süreyya Sami şu hayatta görüp göreceğiniz en rahat kitap karakterlerinden. Babasının zoruyla polis kolejine giren, ardından polis akademisini bitirip göreve başlayan Süreyya, zorunlu hizmet için doldurması gereken sekiz seneyi tamamladığında görevinden istifa etmiş. O gün bugündür kendi tabiriyle ''ufak tefek'' işler yaparak geçinen Süreyya, badana-boyacılıktan devlet dairesinde iş takibi yapmaya kadar geniş bir yelpazede hizmet sunuyor. Arada, o da neredeyse aradaki tanıdıklar hatrına, kayıp insanları bulmak için kollarını sıvıyor. Parayla pulla pek işi olmayan, bakkala kabarık bir veresiye borcu bulunan Süreyya ne teknolojinin en çılgın takipçisi, ne de dedektiflerin en çakal, en kurnazı. Parasının yettiği ölçüde yaşayan, kütüphaneye gidip gazetelerin eski sayılarını okumaktan hoşlanan, bekar, çocuksuz, kimsesiz bir adam.

18 Şubat 2013

Seçilmiş Kişi - Carol Lynch-Williams

Seçilmiş Kişi (The Chosen One)
Carol Lynch-Williams
Optimum Kitap (2012)
Yıldız Karnesi: **

Orijinal ismi The Chosen One olan, Türkçesi Optimum Kitap'tan çıkan Seçilmiş Kişi, onüç yaşındaki Kyra'nın hikayesini anlatıyor. Kyra, toplumdan izole edilmiş dini bir toplulukta babası, onun üç eşi ve yirmi civarında kardeşiyle birlikte yaşayan bir kız çocuğu. Bu dini topluluğun Peygamber diye hitap edilen bir lideri var. Peygamber, babasından devraldığı koltuğa oturduğu günden beri topluluğun yaşayış tarzında önemli değişikliklere imza atmış. Misal, dini kitaplar dışındaki bütün kitapların yakılmasını emretmiş, yasaklı kitap okuyanların cezalandırılacağını söylemiş. Kyra, yaşadığı topluluğun kurallarına körü körüne bağlı bir çocuk değil. Yasak olmasına rağmen gizli gizli bir sürü kitap okuyor. Geceleri sevdiği çocukla buluşuyor. Hayatını, kendi açtığı kanallarla sessiz sedasız idame ettirirken, Peygamber'in verdiği bir kararla bütün düzeni altüst oluyor. Kyra'nın altmış yaşında, hali hazırda altı eşi bulunan amcası Hyrum'la evlenmesi buyruluyor. Bu evliliğe en başından karşı çıkan, kendi istekleri ve topluluğun yaptırımları arasında sıkışıp kalan Kyra'nın yapacağı seçim ise pek çok insanın hayatında geri dönülemez değişimlere sebep oluyor.

13 Şubat 2013

Oradan Buradan: Cerise Doucède

Cerise Doucède genç bir fotoğraf sanatçısı. Sanırım düz bir ''fotoğrafçı'' tabiri onu tanımlamak için son derece yetersiz kalır çünkü Doucède birbirinden etkileyici fotoğraflarını kendi kurguladığı ortamlarda ''yaratıyor''. 2010 yılında Paris'teki Fotoğrafçılık Okulu'ndan (SPEOS) mezun olmuş. O günden beri kolektif pek çok sergi açan Doucède, 2011 yılında Le Royal Monceau Raffles Paris ''Genç Fotoğrafçı'' ödülünü kazanmış. İki büyük projesi var: İlki gündelik hayatın döngüsünü gözler önüne seren Quotidien. İkincisiyse kişileri akıllarından geçen düşüncelerle sergilediği, aynı zamanda okulu bitirme projesi Égarement. İki projenin de ortak özelliği bir sicimle tutturulmuş, havada duran objelerin yer aldığı, bakan kişide zamanın içinde donmuş, bir kareye hapsolmuş izlenimi uyandıran fotoğraflardan oluşması. Égarement serisini de beğendim ama aşağıda fotoğraflarını göreceğiniz Quotidien daha bir kalbimi çaldı.  


Uyumak ve yemek yemek günlük yaşam döngümüzün herhalde en temel iki kısmı.



Günlük döngüyü iş yerinde bir masa başında, bilgisayar karşısında ya da evrakların arasında geçiriyor, veya öğrenciysek okulda ders çalışarak devam ettiriyoruz.


Pek çok insan için gün, mutfağın kapısından girmeden tamamlanmıyor.


Ne giyeceğimize karar vermek için ya da sadece vakit geçirmek için odamızda olduğumuz zaman da -özellikle kendi evi olmayıp ailesi ile yaşayanlar için- yadsınamayacak kadar çok.


En sevdiğimi en sona sakladım. Siz de kimi gündelik sohbetler sırasında kendinizi ''benim ne işim var burada?'' derken bulmuyor musunuz?

Cerise Doucède'in internet sayfasına buradan ulaşabilirsiniz.  

12 Şubat 2013

Eldfjall (2011)


Orijinal adı Eldfjall -İngilizce ismi ile Volcano- 2011 yapımı bir İzlanda filmi. Filmin ana karakteri Hannes, kendine ''balıkçı'' dedirten ama aslında bir lisenin temizliğinden vs. sorumlu bir çalışandır. Hayatından pek de mutlu olmadığını anladığımız Hannes günün birinde emekli olur ve bütün enerjisini hayatta belki de anlamlı bulduğu tek şey olan balıkçılığa ve babasından yadigar teknesine yöneltir. Bir ailesi olmasına rağmen yalnız bir adamdır. Zira ailesiyle pek iyi ilişkiler içinde değildir. Çocuklarıyla anlaşamaz, hele karısına epey kötü davranır. Günün birinde hayatının altüst olacağının farkında olmadan tüm kaprislerine devam eder. Bencilliğinin farkına vardığı günün ertesi ezbere bildiği herşey değişir. Eldfjall, alışık olduğu düzen birden bire değişince vicdan muhakemesine giren yaşlı bir adamın hikayesi. Büyüdükçe aralarına mesafe giren çocuklarıyla uzlaşma, onların gözündeki baba imajıyla mücadele etme çabası. Uzun süren evliliklerinde belki de istemeden uzaklaştığı, oysa bir zamanlar çok sevdiği karısına vefa duruşu. Bütün kısa sürede gereçekleşen değişim hikayelerinde olduğu Hannes'in geçirdiği çabuk değişim de beni rahatsız etti. Yine de filmin atmosferi, kaba saba Hannes'in çocukları ve karısıyla bir iletişim kurabilmek için çırpınışları ve çaresizliğinin anlatımı beni kendine çekmeyi başardı. Haneke'nin son filmi Amour'u izleyenler konu itibarıyla iki film arasında birtakım benzerlikler bulacaktır. Lakin Haneke yaşlı bir çiftin yeni koşullarda sınanan ilişkisine odaklanırken, Eldfjall Hannes karakterine ve onun ailesiyle olan ilişkisinde yaşadığı dönüşüme odaklanıyor. Haneke'nin filminde anlatım daha yoğun ve yorucu. Eldfjall ise izleyiciyi daha az yoran bir anlatımla Hannes'in ailevi durumuna ortak ediyor. Geçtiğimiz sene İzlanda'nın yarışma için Oscar'a gönderdiği yapım olan Eldfjall, Kuzey Avrupa sinemasının dram türünde çıkardığı kalburüstü örneklerden biri.

Yönetmen: Runar Runarsson
Yılı: 2011
Yıldız Karnesi: ***

6 Şubat 2013

Sleepwalk With Me (2012)



Sundance 2012'de izleyiciyle buluşan Sleepwalk With Me, mütevazi bir komedi filmi. Başrol oyuncusu Mike Birbiglia'nın yazıp yönettiği filmin enteresan bir evveliyatı var. Film, aslen Birbiglia'nın 2008 senesinde yazıp oynadığı tek kişilik bir off-Broadway gösterisi. Ardından Sleepwalk With Me and Other Painfully True Stories diye bir kitap çıkarmış Birbiglia. Kitabı da film takip etmiş. Filmde Birbiglia'nın canlandırdığı Matt Pandamiglio, otuzlu yaşlarının ortasına gelmiş ama hayattan ne beklediğine hala karar verememiş biridir. Stand-up komedyeni olmak ister lakin stand-up yapanların sahne aldığı bir barda barmenlik yapmaktadır. Bazı geceler patronu sahneye çıkmasına izin verir. Bunu Matt kendini geliştirsin, komedyen olma hayaline yaklaşsın diye değil, genellikle sahne alacak kişi geciktiği için yapar. Zaten Matt'in de hayallerine ulaşacak hali yoktur, zira sahnede çok heyecanlıdır ve hazırladığı esprilere pek gülen çıkmaz. Yapmak istediği işin etrafında dans eden ama bir türlü merkeze ulaşamayan Matt'in güzel mi güzel bir sevgilisi vardır. Ama Abby ile Matt'in hayattan beklentileri farklıdır. Abby ev almak, bir yere yerleşmek, kök salmak derdindedir (zaten bir kadın hayattan başka ne bekler değil mi Mike Birbiglia?) Oysa -tabi ki bir erkek karakter olarak- Matt'in hayatla ilgili kafası karmakarışıktır. Ailesi düzenini kurması yönünde Matt'i sıkıştırınca dertlerine bir yenisi eklenir: o artık bir uyurgezerdir! Film Matt'in bir nevi kendini bulmak için çıktığı yolculuğu, bu esnada kazandıklarını ve kaybettiklerini, bulduklarını ve vazgeçtiklerini anlatıyor. Hayattan ne beklediğini anlamak için yaşıtı insanlara göre epey geç kalmış bir adamın, istemediği bir yola sürüklenmemek için son çırpınışı, son şansı belki de. Bence filmin komedi unsuru Matt'in film boyunca yaptığı esprilerden ziyade (ben hiçbirini komik bulmadım), uyurgezerliği sonucu başına gelenler. Sleepwalk With Me, kahkahalar attırmasa da gülümseten, izleyeni eğlendirmeyi başaran bir film. Hayallerin peşinden gitmenin yaşı başı olmadığını hatırlatıp, sistemin hizaya sokucu bütün çağrısına rağmen kuyruğu dik tutup, istediğimiz hayat neyse onu yaşamamızı salık veriyor.

Yönetmen: Mike Birbiglia, Seth Barrish
Yılı: 2012 
Yıldız Karnesi: **1/2

5 Şubat 2013

Lore (2012)


İstanbul Modern Sinema'nın düzenlediği "Oscar'ın Yabancıları" programında izleme şansı yakaladığım Avustralya-Almanya ortak yapımı Lore, pek çok filme konu olmuş II. Dünya Savaşı'na farklı bir yönden, kaybedenlerin gözünden bakan bir film. Nazi sempatizanı bir ailede büyüyen Lore'nin hayatı savaşın sona ermesi ile altüst olur. Önce yaşadıkları evden birkaç parça eşya alarak kaçmak zorunda kalırlar. Sonra anne ve babası yargılanmak üzere Müttefik Kuvvetlere teslim olur. Hayatta kalabilmek için Lore'nin biri kundakta bebek, dört kardeşiyle Almanya'yı boydan boya geçmesi ve Hamburg'daki büyükannesine gitmesi gerekmektedir. Lakin savaşın ardından müttefiklerce parçalanan Almanya'da hayat kaybedenler için hiç de kolay değildir. Aslında sadece kaybedenler değil, bütün halk açlık, sefalet ve hastalıkların pençesinde kıvranır. Bir gün karşılarına Thomas çıkar. Yahudi Thomas, Lore için ''öteki''nin yanıbaşındaki varlığıyla tanışması demektir. Anne-baba otoritesinin altında katı bir disiplinle yetişen, yokluk nedir bilmeyen Lore ve kardeşleri hem kendi başlarına olmaya, hem de yokluğa alışmaya zorlanır. Çıktıkları yolculuk hayata dair edinebildikleri tüm bilgileri sınayacak, kişiliklerini test edecek, inançlarını sorgulatacaktır. ''Savaşı kaybettikten sonra Almanya'ya neler oldu?'' sorusunu soran Lore, bizlere savaşın galibi olmadığını hatırlatan bir yapım. Filmin belki de tek sorunu pek de akıcı olmayan diyalogları.  Gerçi film derdini diyaloglardan ziyade görsellikle anlatmak peşinde. Genç hatta çocuk oyunculardan kurulu kadro, oyunculuk anlamında harika bir iş çıkarmış. Avustralya'nın 2013 Oscar adayı olan Lore, Almanya'nın savaş sonrası dönemine, Nazi sempatizanı ailede büyümüş beş çocuğun gözünden bakmak isteyenlere gayet iyi bir tavsiye.

Yönetmen: Cate Shortland
Yılı: 2012
Yıldız Karnesi: ****

30 Ocak 2013

Samsara (2011)


Samsara, 25 ülkelik geniş bir coğrafyada çekilen ve 4 yılı aşkın sürede tamamlanan bir belgesel, bir görsel şölen. Doğanın sunduğu renklerin, desenlerin, şekillerin üzerinde ilerleyen, bazen de içlerinden geçen bir kamerayla biz fanilere, büyük olasılıkla dünya gözüyle görmeden öleceğimiz, birbirinden güzel kareler ulaştırıyor. Film, ışığın sebep olduğu değişimlerin, aydınlığın peşi sıra gelen karanlığın ve bir müddet sonra tekrar nüfuz eden aydınlığın, kısacası her gün tanık olduğumuz gezegen ve yaşam döngüsünün tanıklığını yapıyor. Afet alanlarından kimsesiz sahillere, ağırbaşlı tapınaklardan kaotik şehir merkezlerine, coğrafi oluşumlardan insan eliyle yaratılan heykellere uzanan epey geniş bir yelpazeden görüntüler naklediyor. Endüstrileşen coğrafyalarda insan hayatının geldiği nokta -seri üretim, fabrikalar ve kalabalık şehir manzaraları- ile endüstrileşmemiş bölgelerde doğanın sunduğu sakinlik, duruluk ve güzellik birbiriyle tezat oluşturacak nitelikte aktarılıyor. Samsara, Uzakdoğu kültüründe ''sürekli/kesintisiz akış'' anlamına geliyormuş. Doğum, yaşam ve tekrar doğum olarak ilerleyen yaşam döngüsü bu kesintisiz akışı sağlıyor. Filmin müzikleri de elde edilmek istenen akışa harika bir fon oluşturuyor. Filmi izlerken görüntülerin nerelerde çekildiğini öğrenemiyoruz. Yani görüntülerin kıyısında köşesinde ülke/şehir isimleri yazmıyor. Ben açıkçası bu durumu bilinçli bir tercih olarak yorumladım. Yönetmenin başarmak istediği şeyin turistik tanıtım filmi izlermiş gibi görüntülerin menşeine değil, hissettirdiklerine odaklanmamız olduğunu düşündüm. Benim gibi meraklıları için çekim yapılan bölgelerin listesini internet sitelerinde hazırlamışlar zaten. Su gibi akan görüntülerin üzerine eklenmiş dinlendirici bir müzikle gerçekleşecek ve bir saat kırk dakika sürecek meditasyona hazırsanız Samsara'yı kaçırmayın.

Yönetmen: Ron Fricke
Yılı: 2011
Yıldız Karnesi: *****

29 Ocak 2013

The Perks of Being a Wallflower - Kitaplar


Romanda ismi geçen kitapların, filmde bahsedilen kitaplardan daha fazla olduğu söyleniyor. Romanı henüz okumadığım için bu konuda bir yorum yapamayacağım ama filmde karşımıza çıkan kitapların listesi şöyle: 

To Kill a Mockingbird - Harper Lee
The Great Gatsby - F. Scott Fitzgerald
On the Road - Jack Kerouac
A Separate Peace - John Knowles
The Catcher in the Rye - J.D. Salinger
The Stranger - Albert Camus

25 Ocak 2013

The Perks of Being a Wallflower: Ergenliğin Sancılı Yolları


15. yaşınızı hatırlıyor musunuz? Hani liseye başlamıştınız. Ya 16. ve 17.sini? Peki liseden mezun olduğunuz ve hayatın huzuruna bir yetişkin olarak çıktığınız 18. yaşınızı hatırlıyor musunuz? Neler hissettiğinizi? Hayatın coşkun, dolu dizgin akan bir ırmak gibi önünüzde uzayıp gittiğini düşündüğünüz o günlere dair neler hatırlıyorsunuz şimdi? Önünüzde sonu gelmez seçimlerin beklediği, hayatınızın siz ne yöne çekseniz oraya gidecek, henüz işlenmemiş ham madde gibi avucunuzda durduğu o eski günler hiç aklınıza geliyor mu peki? The Perks of Being a Wallflower, izleyiciyi kolundan tutup büyümenin, birey olmanın sancılarının yaşandığı, kendini tanıma çabalarının hükümranlığıyla geçen, arkadaşlarımızla vakit geçirmekten başka bir meşgalemizin olmadığı o naif ve uzak döneme, ilk gençlik yıllarına geri götürüyor.

23 Ocak 2013

Eski Pilot Yeni Dedektif: Remzi Ünal


Tarsus'ta başlayıp Boğaziçi Üniversitesi'ne uzanan, sonrasında İstanbul'un muhtelif semtlerine uğranarak anlatılan bir hikaye Çıplak Ceset. Kanundaki değişiklikten yararlanarak özel dedektif olmuş eski hava pilotu Remzi Ünal, Tarsuslu bir işadamının ortadan kaybolan yeğenini bulmakla görevlidir. Yalnız yaşar. Evinde geçirdiği zamanlarda bol bol bilgisayar başında uçak simulatörü oyunu oynayan Remzi Ünal, aikido sporuna gönül vermiş bir kişiliktir. Tarsuslu işadamından yüklü bir avans alıp Boğaziçi'nde sosyoloji okuyan kayıp yeğenin peşine düşer. Remzi Ünal serisinin ilk kitabı olan Çıplak Ceset'in öne çıkan özelliği kurgusundan ziyade sade bir anlatımla elde edilen sürükleyicilik. Anlamsız detaylarla sayfa sayısını artıran ve bu esnada okuyucu hayatından bezdiren kitaplardan kesinlikle değil. Hem heyecanı son ana kadar ayakta tutabiliyor, hem de temiz bir anlatımla sayfalar elinizde akıp gidiyor. Alengirli bir hikayesi, oyun içinde oyunları pek yok. Hikayeye, polisiye tutkunlarının belki de çözmekte zorlanmayacağı bir gizem hakim. Ama Remzi Ünal karakterinin kendini sevdiren, okuyucuyu eğlendiren bir tarafı var. Behzat Ç. gibi toptan sıyırmış olmasa da Remzi'nin de hafif ''arıza'' durumları mevcut. Polisiye türünü sevenler bu seriye bir şans versin derim. 

Çıplak Ceset: Bir Remzi Ünal Polisiyesi
Celil Oker
Merkez Kitaplar
2010
Yıldız Karnesi: ***1/2

21 Ocak 2013

Veciz Sözler - Barış Bıçakçı


Türkiye'ye döndükten sonra okuduğum ilk Türkçe kitap Güzel Günler Göreceğiz oldu. Barış Bıçakçı'nın yazı dilinin tadını alınca da gerisi iplik söküğü gibi geldi. Güzel Günler Göreceğiz'i Sinek Isırıklarının Müellefi takip etti. Ardından Aramızdaki En Kısa Mesafe'yi okudum. İçlerinde en çok onu sevdim (Burada şair kendi çocukluğuna sesleniyor). Serüvenimin son durağı ise Veciz Sözler oldu. Kullandığı sade diliyle hem tanığı olduğum hem de hiç bilmediğim yaşamların kapılarını önüme aralayan Bıçakçı'nın bu seferki anlatıcısı Veciz Sözler isimli radyo programının müptela dinleyicisi bir şahıs. Programın sunucuları dinleyicilere her gün yeni bir sözcük takdim ediyor; dinleyiciler de programı arayıp bu sözcüğün düşündürdüğü tanımlamayı birbirlerine anons ediyorlar. Burada kendiliğinden doğan ufak bir komün sözkonusu. Zira arayanların pek çoğu da birer müdavim ve duydukları her yeni kelimeyi hevesli öğrenciler gibi dinleyip ödevlerini sunmak için telefonun başına geçiyorlar. Bazen birbirlerine nazire yapıyorlar, yaptıkları tanımlamalarla birbirlerine selam gönderiyorlar. Anlatıcımız bu anlam cambazlarından birine fena halde kafayı takıyor. Öyle ki sadece adını ve mesleğini bildiği bu program iştirakçisinin hayatıyla ilgili bir hikaye uyduruveriyor. Bir süre sonra okuduğumuz hikayenin hangi anlatıcıya ait olduğunu unutup kelimelerin, Sulhi'nin yaptığı seçimlerin, yaşadığı hayal kırıklıklarının, çektiği kalp ağrılarının, tek bir kişiye sunduğu dostluğunun, sırdaşlığının kısacası yaşamının önümüzde arzı endamına tanık oluyoruz. Sulhi'nin Veciz Sözler'de kurduğu cümleler gelip midemizin tam ortasına oturuyor. Barış Bıçakçı, insani bir sezişle içimizde taşıdığımız onca gözlemi kaleminin ucuyla bir kez daha bilincimizin su yüzeyine çıkarıveriyor.

Veciz Sözler
Barış Bıçakçı
İletişim Yayınları
2002
Yıldız Karnesi: *****

16 Ocak 2013

Oradan Buradan: Matthieu Forichon

Yollarımız kesiştiği anda hayranı olduğum bir çizer Matthieu Forichon. Sayfasında harcadığım zamanı ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim. Uzun uzun incelediğim çizimlerinin temasını insan ve mekan olarak adlandırmayı tercih ettim lakin Forichon'nun en çok çalıştığı konu kadınlar. Sokakta, evde, davette, trende, alışverişte, tatilde, akşam yemeğinde, bisiklete binerken, yağmurdan kaçarken, en çok da yalnız başına resmedilmiş kadınlar. Bütün bu kadın çizimlerinin arasına serpiştirilmiş birkaç figürsüz şehir çalışması da mevcut. Issız, terkedilmiş sokakların resmedildiği bu çizimlerdeki yalnızlık, her bir çizimin üzerinde yazan ''(S)he will be there'' (Orada olacak) ifadesi ile iyice vurgulanıyor. İnsansız çizimler, insansız şehirler gibi. Soğuk ve ürpertici. Matthieu Forichon'nun çizimlerinin daha fazlasını görmek için blog'una, tumblr'ına ya da internet sayfasına göz atabilirsiniz.